30 Aralık 2009 Çarşamba

zümrüt plastik

http://www.zumrutplastik.com.tr

görüp görebileceğiniz en süpersonik sitelerden bir tanesi.

sizi şöyle karşılıyor noktasına virgülüne dokunmadan;

"dünyada daha kötüsü, daha ucuzu yapılamıyacak hemen hemen hiçbirşey yoktur.
satın almada sadece parasal yönü düşünen kişiler bu tür malzeme üreticileri tarafından ömür boyu sömürülmeye mahkumdur."


yani diyor ki: efendim biz dandik bir malzeme olan plastikten ucuza ürün elde edip siz müşterilerimizi sömürüyoruz. saygılar.

fazla mı açık sözlü? biraz üstü kapalı sanki. üstelik web sitemiz yayına başlamıştır çok önemli bir haber şirket adına.

19 Kasım 2009 Perşembe

metrobüs kemeri

metrobüs zammına rağmen azalmayan metrobüs kalabalığına karşı yeni bir icat bu. işportacıların da yeni gözde ürünü.

şimdi gidip bu kemeri alıyorsunuz, giyip öyle biniyorsunuz metrobüse. böylece metrobüste başınıza gelmesi olası her türlü ford münasebetinden itinayla korunuyorsunuz.

peki nasıl mı? basit renkli bir lastik gibi görünen bu cihaz istemediğiniz yerlerinize dokunmaya hatta dokundurmaya çalışan kişilere makul oranda bir elektrik akımı veriyor. siz de güle oynaya devam ediyorsunuz yolculuğunuza.
özellikle metrobüs hatlarına bağlı üst geçitlerdeki satıcılardan temin edebilirsiniz.

işporta satış fiyatı: 5,00 tl

14 Kasım 2009 Cumartesi

ister ucla ister yale

yapmamanız gereken şeyler 124:

güzel bir üniversiteyi kazanın. ardından öküz gibi çalışmaya devam edip yurtdışındaki hatrı sayılır, her duyanın adını bildiği hatta bir kısmının duyduğunda "oha orada mı okuyormuş!" diye tepki verdiği üniversitelerden birine yataydı dikeydi hiçbir türlü geçiş yapmayın! evet özellikle amerikadakilere.

peki neden?

çünkü kılı kırk yarıp, canınızı dişinize takıp çalışarak binbir zorlu prosedürü takip edip ulaştığınız noktada, o güzelim üniversitenizde güzel güzel okuyup türkiye'ye döndüğünüzde büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaksınız.

gelirken illaki valizinizde yer kaplayacak olan, okuldan satın aldığınız bilimum yale univercity, harvard univercity vs yazılı polar, sweatshirt ve kazaklardan zaten burada zibilyon tane var. istediğiniz kadar okuyun edin, buraya geldiğinizde zeytinburnu - merter konfeksiyon piyasasından giyinen yurdum gençleriyle aynı statüde sayılacaksınız. sokakta halk içinde giyemeyeceksiniz o giyecekleri.

o zaman değer mi o kadar çalışmaya, akademik kariyer yapmaya? değmez tabi.

işte moda böyle bir şey. hatta o kadar dandik ki altı ayda bir değişiyor demiş wilde. (tamam dandik dememişti)

22 Ekim 2009 Perşembe

komego

insanların biraz daha az egosu olsa veya bu kadar komik olmasalar. ben de kimseyle dalga geçmek zorunda kalmasam, daha pozitif bir insan olsam.

komego = komik ego -narsisizm de içerebilir-

14 Ekim 2009 Çarşamba

organ mafyası ve wolverine

mafyanın burnundan getirdiği bir hikayesi vardı sanırım logan'ın. içeriğini hatırlamıyorum tam ama geçenlerde bir arkadaş bahsedince bende hikaye dışında bir ışık yandı...

öncelikle marvel'ın yazdığı kurallara göre biliyoruz ki wolverine'in doku rejenerasyonu organ hatta bir uzuvu tekrar oluşturmaya kadar varabiliyor. buna göre:

organ nakline ihtiyacı olan bir hastanız mı var? wolverine emrinizde. hem de çok cüzi fiyatlarla. ne de olsa maliyetler çok düşük. hatta sıfır! kesip biçip organı çıkarma bile kendi ellerinden. kendi soğuk taşınabilir dondurucunuzla gelin yeter ki.

tamam wolverine tamamen askeri amaçlara hizmet edilsin diye onca operasyon geçirmiş ama onca doktorun içinden biri de "aha lan sınırsız organ nakli makinesi!" dememiş mi ölüm makinesi yerine? demez tabi. çünkü bu mevzu üzerine ne çizgi roman yaratabilirsin ne de film çekebilirsin. satmaz.

ama logan'ı bir hastaneye bağlayıp ondan organ hasat etmenin etiği üzerine bir şeyler hazırlanabilirdi belki. yanına da logan'dan sorumlu dr. house tarzı minyonların sevgilisi olacak bir doktor karakteri koysan yürürdü belki işler.

bir de organ mafyasının logan'ı zapt ettiğini düşünün. iki günde bütün piyasayı ele geçirirlerdi kesin.

12 Ekim 2009 Pazartesi

-iyiyim. -neden?

yeni hobim bu diyalog öbeği -son bir aydır içine sürüklendiğim wow hariç-

herhangi bir iletişim platformunda genel görünümü şöyle:

-selam
*selam
-naber?
*iyidir senden naper?
-iyi.
-neden?

gayet basit ve net. diyaloga siz başlamadığınız halde bu iletişim kalıbı yüzünden diyalogu devam ettirme zorunluluğunda kalan kişi genelde siz olursunuz. selam verip borçlu çıkma durumu, selam alıp borçlu çıkma durumuna dönüşür bazen, teknoloji sağolsun.

işte bu durumu aşmada etkili bu "neden?" sorusu.

daha geniş bir perspektiften bakarsak biri size iyi olduğunu söylerken nedenini sorgulamayız. hatta kimilerinin hoşuna gitmez iyi olmanız. illa kötü, eh, berbat diyecek ki biri sizi nedenini sorma infiali içine sürüklesin. ama siz "-iyi" cevabı karşısında "-neden?" derseniz başlatma kötü gününden önce iyi gününde bir yanında olayım mesajı verebilirsiniz. bu bakımdan "-neden iyisin? hep kötüyken mi sorcaz ehi!" tepkisi vermek daha sağlıklı olabilir.

çok eğlendim çok. hele ki lafın gelişi "iyi" demeye alışmış bünyelerdeki kilitlenmeleri siz düşünün.

8 Eylül 2009 Salı

yakalı tişört giyen budaladır!

literatürde tam olarak nasıl geçiyor emin değilim. ama yakalı tişört diyince elbette anlıyorsunuz diye tahmin ediyorum. bildiğiniz tişört ama yaka kısmı düz değil. gömlek gibi yakası var ve önde de göstermelik iki üç düğmesi.

tamam gömleğin de tişörtün de temsil ettiği şeyler ayrı. gömlek resmiliği, tişört rahatlığı, gayri resmiliği, ciddiyetsizliği temsil ediyor; renkli desenli, resimli. peki a benim akıllı çocuğum. sen bunun ikisinin ortasını giyip de çok mu akıllı oluyorsun? aynı zamanda resmi olup diğer yandan ciddiyetinden ödün mü veriyorsun? bu manaya mı geliyor sizce? niyetleri bu zannımca. ortayolcular...

genelde apolitik ve uzlaşmacı insanlar yatıyor bu yakalı tişörtlerin altında. bir yandan yaka kısvesi altına sığınıp belli bir sınıftan olduklarını ima ediyorlar. üstüne tişörtün umursamazlığı ve rahatlığı altına sığınıyorlar. bir de bunu bilinçsizce yapıyorlar emin olun.

bir de iş adamları tatil modu olarak tercih ediyor bu giysiyi. hani o sert yakayı tatil maksadıyla biraz yumuşattık ama yakadan, o ciddi insan görünümünden hiç vazgeçmem serzenişini fısıldıyor size içten içe. onla konuşurken saygıda kusur etmemenizi söylüyor yine de.

elimde olsa yasaklarım bunun giyilmesini, hem türban kadar tepki de çekmez. ne de olsa bir tarafa değil de tarafların ortasında taraf olmamaya çalışan budalalara ait. bana karşı başka bir taraf olmamak için elbette boyun eğer, ses etmezler.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

bıkkınlık

onca yapılması gereken iş güç varken ne yapılır. elbette rafın derinliklerinden eski bir oyun alınır ve oynanmaya başlar. o kadar çok şey üst üste sıralanmıştır ki hangisinden başlayayım da ucundan tutayım en azından demezsin. çünkü bitmeyeceğinden eminsindir. hiç bitmez.

bıkkınlık.

warcraft III oynuyorum kaç gündür. campaignler bitsin dota'ya dönmeden wow'a geçersem, okeye dönmeden elimi açmış oyunu sonlandırmış olacağım.

yeni final fantasy çıkana kadar yeni bir hayat lazım bana. bakalım nerede bulacağım.

13 gelince de ps3'tü bilmeneydi bir sürü masraf. asıl 14 online olacak o zaman nereden fedakarlık edeceğim bakalım.

bakalım bakalım nereye kadar gerçi. sizin bakmanıza gerek yok. ben belki bir ara bakarım.

23 Temmuz 2009 Perşembe

şak şuk şlak cıfırss şık şık şık

başlıkta okey taşlarının belirli bir yörüngede çıkardığı sesler yer alıyor. hayır efendim ben uzun zamandır oynamadım ama aynı ölçüt arka apartmandaki balkonlardan birinde ikamet eden komşumsular için geçerli değil. evet balkonda yatıp kalkıyor bunlar. evin diğer kesimlerindeki nükleer atıklar sebebiyle başka bir şansları kalmamış.

bir aydan fazla oldu ama nerdeyse her akşam ne yaparsam yapayım fon müziği olarak bu sesleri dinliyorum. şak şuk şlak cıfırss şık şık şık. evet müzik dinlesem bile fon müziği bu. şak şuk şlak diye oynuyorlar. cıfırss diye taşları karıştırıyorlar. son olarak da bitmeyen o şık şık şık taş dizme sesi başlıyor.

hayır ölümüne zevkli bir oyun da değil ki ne anlarsınız her akşam her akşam.

sigara yasağı başladı ne güzel. biri de çıksa ses geçiren alanlarda okey oynama yasağı çıkarsa ne güzel olacak. en azından horlaması karşı apartmandan çıkıp ta yatak odasına kadar giren adam ortadan kayboldu.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

yeni çağın aids'i

sıcaktan elin klavye tutmaması. bir süredir bunu yaşıyorum. yeni bir kronik hastalık. ben keşfettim bunu da nitekim yine. özellikle yaz aylarında çok sık görülüyor.

parmaklarınız bir güzel klavyeye yapışıyor. böylece tuşlara doğru sırada basmakta zorlanıyorsunuz. bu zorlanma ise konsantrasyonunuzu bozuyor ve beyninizdeki düzgün cümle kurma dokularına zarar veriyor. kıvrımlarınız her gün biraz daha düzleşiyor, hem klavyeden hem sıcaktan. mesela konsantrasyon yerine konsantre gibi halk tarafından daha çok kabul gören kelimeler yazabiliyorsunuz.

biraz daha sıkarsam yeni çağın aids'i filan diyebilirim. hatta derim yahu ne olacak.

dedim en tepede.

25 Haziran 2009 Perşembe

siyah-gri bant, mavi-yeşil light

formumu neye mi borçluyum? kilomu nasıl mı koruyorum?

işte bütün bu soruların cevabını bu yazıda veriyorum.

şirinevler köprüsünün ataköy tarafında duraklara inen bir yürüyen merdiven var, sadece yukarıya doğru çalışıyor. işte o merdivene hayatımda hiç binmedim ben.

24 Haziran 2009 Çarşamba

mobilize laptop

geçen bir laptop beğendim. kdv indirimi sağolsun yüzde on daha ucuz ya fiyatlar. gerçekten ucuz görünüyor gözlere. ihtiyacım da yok hani laptopa hiç de olmadı bugüne kadar. işte o yüzden bir laptopum yok hala, amma velakin...

gündüz ofiste akşam evde ayrı ayrı masaüstülerin karşısındayım. ikisi de birbirinden güzel aslında. fakat bir laptop alsam şu eve bağımlılıktan kurtulurum pek bir mobilize olurum hissiyatı var.

mobilized unit gibi.

23 Haziran 2009 Salı

download'dan kasetler yapmak

arada annem eve uğradığında temizlik isteklerinin dışında bazı albüm isteklerinde de bulunuyor. bunların fotoğraf albümü olmayanları elbette müzik albümü oluyor genelde. ama kasetle büyüdüğünden olsa gerek şu sanatçının yeni kasedi çıkmış diyip duruyor bana.

geçen yine gülben ergen isimli türk divasının yeni albümünü istedi benden. "gülben ergen'in yeni kasedi çıkmış, indirsene bana" dedi. "anne" dedim, "bak kaset kalmadı artık, hem internetten kaset indiremiyorsun, sadece albüm indirebiliyorsun. o yüzden son kasedi yazınca bulamıyorum müzik marketlerdeki hiperaktif görevliler gibi." dedim.

fakat ardından bir ampül yandı kafamda. niye böyle bir düzenek kurmamışlar ki diye düşündüm. gerçi olabilir de araştırmadım. ama biz internetten albümü indirsek de cdromda kendiliğinden bir kaset oluşsa. çıkartıp alsak çalsak. çok nadir olsa da kaset sürücüleri vardı galiba. kenarda köşede veya bir dergide görmüştüm. cdrom'un altındaki kaset sürücü ileri sarma hızında hafızadaki mp3'leri kasede kaydediyor olsa. siz de ordan çıkartıp bir güzel kalitesi düşük de olsa dinliyor olsanız. zevk meselesi tabi. hatta tam olarak "yapma demiyorum hobi olarak yine yap" meselesi.

o değil de bir gün öyle bir ampül yanacak ki şu kafada...

14 Haziran 2009 Pazar

memnun oldum

dün o kadar çok gereksiz insanla “sözde” tanıştım ki bir yerden sonra aşağıdaki diyalogu sarf etmeye çalıştım. bir keresinde az kalsın başarıyordum bile.


- merhaba, ben x.
- merhaba, ben de eren.
- memnun oldum.
- bak x, açık olmak gerekirse seni hayatım boyunca bir daha görmeyeceğim, görsem bile adının x olduğunu hatırlamayacağım. hatta blogumda bile adın seni simgeleyen bir x sembolünden ibaret olacak. ama yine de ben de memnun oldum.
- ...

1 Haziran 2009 Pazartesi

kansız

küçük bir pencereden bakıyoruz.
çığlık atıyor biri. öteki yerde yatıyor.
bir diğeri kanda yüzüyor. bakıyoruz. kılımız bile kıpırdamıyor.
alışmışız. haykırıyor bir diğeri.
sonra sesini kısıyoruz pencerenin.
hala akmaya devam ediyor kan.
kanalı değiştiriyoruz. hatta kapatıyoruz oturduğumuz yerden.
yine de akıyor kan. pencerenin kenarlarından sızıyor.
özene bezene aldığımız dvd setimizi yıkıyor.
açıkta olan cdleri sürüklüyor.
yerde birikiyor.

tuttuğum nefesimi veriyorum.
sonra kalkıp içine banabilelim diye ekmek aramaya başlıyorum.
...son

29 Mayıs 2009 Cuma

kuru kaldırım taşları

hani hem yaz geldi gibi hem de havalar ısındı gibi ya, şu hayatta hiçbir şeyden korkmam türk'ün terinden korktuğum kadar. o yüzden ne kadar soğuğu tercih etsem de sıcağında bir faydası var.

belediyenin mühendislik harikası az kumla sıkıştırılıp altı bir şekilde boşalmış, boş kalmış, su biriktirmiş, ince belli çay bardağı edasında salınan kaldırım taşları artık üstüne bastığımızda öteki bacağımıza su sıçratmıyor. çünkü kurumalarına olanak verecek kadar ısınmış hava.

hala ayağım hareketli bir taşa bastığında iç güdüsel olarak irkiliyorum ama o da bir geçiş süreci sanırım. ama sonra kaldırım melodimi mırıldanmaya devam ediyorum yürüyecek bir tane bulduğuma şükrederek. şehrin büyüsü böyle bir şey işte...

23 Mayıs 2009 Cumartesi

yeni yetme sith

duş almanın en güzel yanı bitip de dışarı çıktığımda kafamdaki yeşil beyaz havlu yüzümün yarısını kapatırken aynaya darkside'a dönmüş yeni yetme anakin bakışı atmak belki de.

19 Mayıs 2009 Salı

adımları takip etmek

bir film izleme sistemi "adımları takip etmek". belki ben yarattım belki zaten ben daha doğmadan yıllar evvel bulunmuştu. mühim değil. ama sistem şöyle:

başlangıçta herhangi bir nedenle herhangi bir filmi izlediniz. o filmi beğendiniz. hemen yönetmenine bakıyoruz ve o yönetmenin/yazarın/senaristin başka bir filmini buluyoruz. ve oturup izliyoruz. böylece o şahsın bir nevi tarihçesine girmiş oluyoruz. tabi süreklilik bakımından tek kişide kitlenip kalmamak gerekiyor. o ikinci filmde beğendiğimiz bir aktöre mi denk geldik? yönetmen kişisi yerini bu aktör alıyor. hemen rol aldığı filmlere bakıp birini seçiyoruz ve bir adım daha atmış oluyoruz. farklı şahısların adımlarını izledikçe garip ilişkileri açığa çıkaran aptal bir rota izlemiş oluyoruz.

peki elimize ne mi geçiyor? hiç!?

ne izlesem derdine bir nebze çare gibi bir şey işte.

ama paradoksa da düşebiliriz bu sistemde. woody allen diyelim. woody allen filmi izledik, scarlett johansson'u gördük. hemen bir scarlett johansson filmi izliyoruz ama bakıyoruz ki yönetmen de yazar da senarist de woody allen. aman diyeyim. takıntılı yönetmenlerden uzak durun.

12 Mayıs 2009 Salı

6 Mayıs 2009 Çarşamba

mayıs

bak, aylardan mayıs.
ama ben hala aynıyım.

eski uçurtmam tavan arasında beni bekliyor hala.

29 Nisan 2009 Çarşamba

tenten crew


oyuncak müzesi - 2009

27 Nisan 2009 Pazartesi

eti cin mucizesi

artık ürettiğim aptal mamüllere etiket de hazırlıyorum. eti cin iübkfk'nın uğurlu sayısı 13 için tam 13 tane eti cin içeren özel, dev bir eti cin paketi hazırlamıştı. ardından ortaya eti cin lokmalık çıktı. ama yaptıkları bir hata vardı. o da pakete 16 adet eti cin koymak. biz de bu yanlış anlaşılmayı tespit ettikten sonra küçük bir beyin fırtınası sonucu bir çözüm ürettik. onlar hatalı üretiyor olabilir ama biz bulduğumuz bütün eti cinleri etiketliyoruz. böylece 13+3 modeliyle gerekli rakama ulaşıyoruz. futbolda yabancı sınırlaması gibi bir şey yaptık sayılır. bu da oransal olarak %23,08 gibi abuk bir rakama tekabül etse de idare edin napalım.

...ve sonra onu yakarak öldürmüş!

ankara

son yılların en aptal salak doğum günlerinden biri daha geçti gitti neyseki. yaşlandım ama long live rock'n roll.

23 Nisan 2009 Perşembe

yemeklik yağ

yemekli yağ gibiyim biraz. habire birilerinin bir şeyler pişirmesine yardımcı oluyorum. ardından yemekten süzüp bir güzel lavaboya döküyorlar beni.

aslında yemeğin kendisi olmamak iyi bir şey sanırım.

...kızartma da yemeyin kalbinize zararlı.

21 Nisan 2009 Salı

trafiği özlemek

bugün yine işe yürüdüm. trafikten uzak kaldım, hem de sabah yürüyüşü oldu. nasıl sağlıklı bir şey anlatamam. hatta bir alt sokaktan yürüyerek yürüyüşe heyecan da kattım. hiç monoton değil aslında.

otobüse para da vermemiş oldum. ama bir daha ters yöne yürüyüp bir evvel ki durağa ulaşıp otobüse binebilirim. böylece bindiğim otobüsle tam bir durak mesafe kat edip ofise ulaşabilirım. maksat değişiklik olsun.

demek ki daha ne yeterince yaşlıyım ne de şehirin kaosundan bıkmışım. trafikten de korkmuyorum. hatta bugünlerde trafiği özlüyorum. otobüste, trafikte boş boş zaman geçirmeyi özlüyorum. çünkü o boş zamana bile ihtiyacım var. belki de o yüzden dolmuş değil de otobüse biniyorum artık haftasonları. oha!

18 Nisan 2009 Cumartesi

ve bir diğeri

ne kadar hoş melodili, ne kadar kafiyeli olursa olsun unutulması gereken şarkılar var hayatta. ve gereklilikler bir hayatı zor kılan...

- would you like to meet me in this song?
- i've been hoping to
- would you like to come and prove me wrong?
- no, i'm agreeing with you

17 Nisan 2009 Cuma

türk'ün inşaat sevdası

diyorum ki şöyle yaşlanıp da emekli olunca böyle büyük bir inşaat bulsam. alışveriş merkezi olabilir, rezidans olabilir, iş kulesi olabilir. yeterince büyük olması kafi. sonra o inşaatı gören bir daire tutayım. -sürekli dairem olmayacak hayır. inşaat bitene kadar tutsam kafi. öyle çok eşyaya ve masrafa da gerek yok.- ama o dairenin balkonu illa ki inşaata bakıyor olmalı ki bütün gün o balkonda çay keyfi yapıp inşaatı seyreyleyebileyim.

hem inşaat büyük olunca sadece dozer olmaz vinç filan da olur.

allahım çok zevkli! türk'ün emekliliği böyle bir şey olsa gerek.

14 Nisan 2009 Salı

cisimcik

"bir kupa siyah kahvenin yüzeyinde yüzen beyaz cisimcik"

böyle bir nick edineceğim yakında. hem pek küçüktü hem de kupaya kısılmıştı. ama olsun, hayatta kalmış bir şekilde.

krema değildi hayır.

12 Nisan 2009 Pazar

ekmeği etiketiyle tostlamak

gecenin bir körü yaptığım tosttan etiket çıktı. siz siz olun yurdum ekmeğini tostlamadan evvel etiketinden kurtulduğunuza emin olun. sonra çıkmıyor. o kadar çok ekmek tüketiyoruz ki paketleme masrafından tasarruf etmek için etiketliyoruz hala.

tostlamak mı? köprünün altındaki büfeden öğrendim bu fiili. elinde döner bıçağı olan bir adam kullanınca akılda kalıyor olsa gerek.

8 Nisan 2009 Çarşamba

belki yes, belki no


yonca evcimik'le hakan peker türk pop furyasında hakim güçler iken bir de bu iki kafadar atlamıştı piyasaya. beyaz fonda bebek bezleri bağlamış belki yes, belki no diyorlardı. sonra kayboldular sandık ama hep orada burada gezmişler. istanbul'a göçün anormal sonucu olarak ingiltere'ceğizlerinden kalkıp gelen andy ile paul'den andy; büyük şehri kaldıramamış ve kalkmış gitmiş yaban eller new york'lara, orada çalıp söylüyormuş. paul ise bu atv'nin yeni binasının oradaki adı aklıma gelmeyen sitenin oralarda yaşıyormuş hala.

şaka maka adamlar türk ezgileriyle bezeyip saykidelik dinletmişler bize yahu.

dinleyiniz:
belki yes, belki no

aslında dönemi tutturamadılar. erkenci davrandılar. bir on sene daha bekleseler anathema'nın pabucunu dama atarlardı türkiye'den para kaldırma mevzusunda.

ah kalbimi çaldın sen yavrum ay lav yu!

o'nun şarkısı

bir dönem dinlediğiniz bir şarkı o dönem hayatınızda bulunan insan veya insanlarla bir şekilde özdeşleşir illaki. iyi, kötü... işte bu yüzden o şarkının olduğundan farklı bir anlamı olur sizin için. yıllar sonra o şarkıyı tekrar duyduğunuzda şarkının anlattığıyla size ifadesi bambaşka olur. bazen bu ikisi birleşip canınızı yakar, bazen ise sadece belli belirsiz, solmaya yüz tutmuş bir gülümseme yaratır.

işte o sırf bu yüzden birileri sürekli yeni şarkılar yazar ki siz dinleyesiniz. ve işte bu yüzden hep yeni şarkılar dinleriz ki günü yaşayabilelim.

30 Mart 2009 Pazartesi

hayri gülle ile 2014'e güle güle



hayri gülle güle oynaya hazırlanmıştı seçimlere. ama tarihi karıştırmış, bilgi eksikliğinden 2008'e hazırlanmıştı. ama seçimler 2009'daydı. nitekim bunun farkına vardı ama karakterin ömrü 2009'a kadar gelmedi. ivedik'in altında ezilip giden bir sürü orjinal isimden biri oldu. halbuki ne orijinal projeleri vardı. boğazı göle çevirip on bin tane pekin ördeği salacaktı. kız kulesine motor takıp boğazda ring sefer yaptıracaktı. böylece herkes manzarasını izleyebilecekti. bir de ayın ışığını söndürecekti de ona hiç girmeyelim...

dün seçimler oldu geçti gitti ya. hemen bugünden neden yeni bir kampanyaya başlamayalım ki?

hem 2014'te sadece yerel seçim de yok. cumhurbaşkanlığı seçimi de var dünya kupası da. hayri gülle bunlardan herhangi birine aday olabilir ama şimdilik hedef yerel seçimler ve istanbul büyükşehir belediye başkanlığı.

az biraz destek göstersek, birlik olsak bizim halkımız bu adamı başkan seçer ki. tarihi de ilk seferde doğru bilmişiz bu kez. neden olmasın? olur bence. benim aklıma yattı.

18 Mart 2009 Çarşamba

bir turkuaz vardı n'oldu ona?

hani üzerinde sofra içeceği yazan, pet şişede satılan suyumsu ürün. damacanasına kadar da yapmışlardı.

yok dediler bu su doğal değil. kuyu suyunu işliyorlar içine mineral atıyorlar sonra da bize su diye içiriyorlar. oydu buydu derken ruhumuz bile duymadı. bir gün yok oldu ortadan. şehir efsanesi de onunla birlikte kayboldu.

şimdi gerçekleri açıklıyorum! evet, hiç de utanmadan. turkuaz'ın bağlı olduğu uluslararası soft drink şirketinin bursadaki üretim tesislerinde üretiliyordu bu suyumsu. ama su o kadar değersiz ki bunların diğer "drink"lerinin yanında meğer turkuaz bölümünü tesisin merdivenlerinin altına yapmışlar. bölümde yaklaşık bin beş yüz adet musluk tipi atıl ihlas su arıtıcısı varmış. kuyudan eski teneke yağ kovalarıyla çektikleri suyu bu cihazlarda arıtıp tuzlukla mineralliyor, ardından da şişeleyip satıyorlarmış.

sonra ne mi olmuş? uğur dündar basmış tabi ki! ...mutlu son.

***

hıhı, komple teori.

o değil de damla su var şimdi de. bakalım nolacak...

17 Mart 2009 Salı

i am... ...wolverine!!


bir hugh jackman nidası. hem de oscar 2009 ödül töreninin tam da girişinde söylediği gudik şarkının sonunda.


hayır her şeyi geçtim tamam? bu her şeyin içinde yıllanmış bir aktör olması da var, aksiyon filmlerinden zamanla daha oturaklı, daha yetenekleri ön plana çıkaran filmlere geçmesi, woody allen tozu yutması, aronofsky'e başrol oynamış olması da var. hepsini bir kenara koyun. beklesinler orada. hiçbiri belki bu basit cümle kadar ona güç veya ego katmıyor.

üç x-men filmi devirmek ve sonra üstüne bir de kendine has wolverine filmi çevirmek. (unutmayalım ki x-men filmleri de genellikle logan odaklıydı.)


ve sahneye çıkıp milyonlarca kişiye karşı haykırabilmek: i am wolverine!


belki de ölene kadar daha karizmatik bir sahne göremeyeceğim.


1 mayıs 2009 sadece işçi bayramı olmayacak...

16 Mart 2009 Pazartesi

makbuz almak istiyor musunuz?



kimi bankaların görgüsüz atmleri hala kalkıp bunu soruyor. sanki windowsu kapatmak istiyoruz. ha onu sormakla kalsalar iyi. "bak dostum makbuz almazsan eğer dünyayı daha yeşil kılarız, daha az ağaç keseriz, çiçekler çoğalır, böceklere yaşayacak alan çıkar" diyor. biz ne diyoruz? "evet istiyorum çok kıymetli atm arkadaşım." niye mi öyle diyoruz? çünkü makbuz toplama huyumuz var milletçe. telefon elektrik faturası saklar gibi ota boka makbuz alıp saklıyoruz. bir şey gelirse başımıza sigortası o makbuz çünkü. bir halt da olmaz hiçbir zaman ya ama tedbir tedbirdir psikolojik de olsa. bir de internet çağında ninelerin üzerinde self servis yazan atmleri kullanabileceğini ön görürsek süper zekalarımızla olacağı o elbette.

ücretsiz atm eğitim
kurslarımız belediyemizde hizmete girmiştir.

peki banka gerçekten içindeymişik yeşilmişik safmışık mı diyor sanıyorsunuz. sosyal sorumluluk kalıbına bir güzel uydurup makbuz kağıdından kara geçiyor bir güzel. hele bu krizde lazım böyle şeyler.

cevap da verelim: "ben almayayım, üç bardak kahve içtim bugün, fazlası fazla."

5 Mart 2009 Perşembe

bekar evi göstergesi.

kettle'da hiçbir zaman yarım litreden fazla su kaynatmamak: bekar evi emaresi yahut medeni hal ölçer... hatta emare stoudemire.

2 Mart 2009 Pazartesi

dürümcüler ergenekon mu?


neden olmasın? hangimiz değiliz ki aslında? kimin kim olduğu belli mi sanıyorsunuz? benim değil mesela.

bilmeniz gereken şey ise dürümcülerde filan neredeyse her masada yer alan ve kimsenin yemeye tenezzül etmeyip sadece bön bön baktığı o inanılmaz acı cin biberlerin aslında sandığınız kadar boş olmadıkları. içlerinde sadece acı yok. bir çoğu sandığınızdan da dolu. hepsi eğitimli biberler.

big brothervari izleniyorsunuz aslında. bu biberlerin içine parmak kamera yerleştiren özel yetiştirilmiş görevlilerin varlığı ortaya çıkarılmış. ben çıkarttım! ama elimde henüz belge yok. o yüzden şimdilik sadece buraya yazıyorum. zaten ülkeyi ayağa kaldırıp isyana sürüklemenin de mantığı yok.

biliyorum. şimdi diyeceksiniz ki: "o biberleri kimse yemiyor diyorsun ama ben yiyorum." o zaman ben de derim ki ya seni özel kamplarda biberlerin içine kamera yerleştirmen için eğitmişler ya da ücretsiz kolonoskopi hizmetinden faydalanıyorsun. artık bağırsaklarınızda bile ne var ne yok biliyorlar. özel hayata hiç saygı kalmadı.

hiç!

28 Şubat 2009 Cumartesi

bok çuvalı

küçük bir kıvılcım. tüm gereken bu. gözlerimin ortasında. ikisinde birden. aynı anda...

sonra başka bir şey görmeme gerek yok. nefesim tekrar düzene girdiğinde kan olmalı ellerimde. sadece kan. zaten olduğundan daha da deforme olmuş bir surattan arta kalan kanlar. belki kırık bir burun. şişip kapanmış bir göz. bir iki dişi yerden alıp hatıra olarak saklayabilirim bile.

çenesi mi? yerinde kalabilir. zaten bir boka yaradığı yok.

kimseyi öldüresiye dövmedim hayatımda. aslına bakarsan hayalini dahi kurmamıştım... kin güttüğüm dahi söylenemez. sadece insanlara..

27 Şubat 2009 Cuma

playstation'ın pesmatiğe dönüşme hastalığı

çok şey keşfediyorum bu aralar. ama para ettikleri yok. dayanamadım buraya da yazdım hemen:

sony'nin yarattığı mitin hazin sonunu hazırlayan illettir. öyle bir hastalıktır ki kimileri için bir dönem, kimileri içinse oyun dünyasına bir vedadır. zaten düşününce pro evolution soccer zaten başlı başına türk erkeğinin yıllarını yiyen, yutan bir hastalıktır...

semptomları:
- playstation evin hep aynı köşesinde, toz bağlamış halde durur. sadece açma kapama düğmesinin yakınları parlak siyah renktedir.
- dvd sürücüsü makineye kaynamıştır. kapak açılmaz yahut dvd sürücü kayarak dışarı çıkmaz. içeride de lensle kalıplaşmış bir pes dvd'si durur.
- bu dvd senede bir yeni pes oyunu çıktıkça makineden dışarı kazınarak çıkartılır ve emekliye ayrılır. bir daha onu ne gören olur ne de ondan haber alan.
- semptomların görüldüğü kişilerde günlük hayatta "pes atma", "pes'de ele verme" gibi deyimler kullanılagelir. hatta ağır vakalarda winning eleven'dan kalma japonca nidalar eşlik eder bu deyimlere.
- ultra süper ve taze bir masaüstü bilgisayar edinilmesi sonucu playstation'ın pabucunun pes hariç dama atılması da büyük etkendir.

tedavi yolları:
kişiden kişiye farklılık göstermekle birlikte yaygın olanları şöyledir.
- ps2'de bu hastalığa yakalananlar için ps3 satın almak.
- playstation'ın dvd film oynatabildiğini de hastaya hatırlatmak. hatta film alıp eline tutuşturmak.
- bu hastalığa yakalanan yaygın kesimlerce bilinmeyen god of war, devil may cry gibi aksiyonu bol oyunların keşfedilmesi*
- solid snake'in üçüncü nesil konsollardan sıkılıp son bir macera için meydan muharebesine geri dönmesi.
- yeni bir final fantasy oyununun piyasaya çıkması.* bu olmasa bile kaliteli bir rpg ile ikame edilebilir.
- zombili film izleyip canın resident evil veya silent hill çekmesi.

tedavi edilmezse olabilecekler:
- makineyi bir turnuva sırasında arkadaşın kafasında kırmak.*
- uyurken kabus niyetine ibrahimovic'den hayvani goller yemek, c. ronaldo kovalayıp bir türlü yakalayamamak.
- araba daha süratli gitsin diye direksiyonda r1 tuşu aramak.
- halı sahaya elde kablosuz game pad ile çıkmak.

defterler kaldırılsın!

kaldırılsın. üretimi durdurulsun. ağaçları yine katledersiniz umrumda değil. bahanesi çok zaten o işin. defter olmasın sadece. çünkü defterler eskiyince kapamak kolay değildir. dururlar orada. gücün yetmez kapağını çevirmeye. maneviyatı içinde maddeseldirler çünkü. ikisi bir arada.

hem bilgisayar çağında yaşıyoruz artık. kim ne yapsın defteri. gerçi ben bilgisayarımı da kapatamıyorum ama aynı şey değil elbette. internet boşa akmasın değil mi?

defteri yakamazsın, atamazsın. bazen iraden, bazen gücün yetmez. onun yerine bilgisayarı bir kenara koyarsın. ve bir sabah uyandığında bakarsın ki açılmıyor. sen bir şey yapmadın, sadece uyudun uyandın. açılmak istemiyor sadece. belki gücü yok, belki de hard diski yanmış. yandıysa da içinde ne kaydettiysen, ne sakladıysan hepsi uçmuş gitmiş, hava olmuş, dumanı bile tütmeden.

hafızam mı? onu zaten ya zaman siler ya da alzheimer...

18 Şubat 2009 Çarşamba

united states of tara



ocak ayının sonlarında gösterime giren bir dizi bu. baştan söyleyeyim çok da mükemmel öyle harikulade değil. (hep harikulade demek istemişimdir.) ama konusu bakımından ilginç ve zamanlaması mükemmel.

bir kere hani bundan birkaç sene evvel 2000'lerin başıyla birlikte gelen alternatif kişilikler, kişilik bölünmesi furyası geçip gittiğinden kesinlikle klişe damgası yemeyecek. bir fight club'dı bir identity'di yeterince eskide kaldı. south park'da der ki. kötü bir olayla dalga geçebilmek için üzerinden tam 25 sene bilmem kaç ay bilmem kaç gün geçmesi gerekir. bu ölçü tv veya sinema yapımına indirgendiğinde yaklaşık on seneye iniyor ölçek.

bir de sanırım bu rahatsızlığın üzerine bu kadar eğilen veya komedi öğesi bu kadar ağır bir drama dizi hiç olmadı: dissosiyatif kimlik bozuklugu

elimizde bir adet en arızalısından klasik amerikan ailesi mevcut. ailede çok az bir zamanların get real'ındaki ailenin havası var. fakat bu noktada ortaya çıkan büyük fark: başrol oyuncumuz little miss sunshine'dan, hatta daha eskilere gidersek the hours'dan toni collette. diziye girince işleri büyük ölçüde değiştiriyor. bir bölüm uçarı t.'ye dönüşüp punk'ımsı kızıyla uçarılık yaparken bir bölüm alice olup the stepford wives'ın en hakikisi oluveriyor ve eşcinsel ve inek oğlunun başındaki problemleri kendi yöntemleriyle çözüyor. son kişilik buck ise tam bir redneck. hem de erkek. oturup bira içip futbol ve porno izleyebileceği bir arkadaş oluyor bir anda kocasına...

gerçek kişilik tara ise obsesif, takıntılı ve onu zora sokan olaylarda diğer kişiliklerine bürünerek ortamdan kaçıp sıyrılan bir karakter. yeterince boş vaktim olmasa da izlenesi işte ne yapayım.

bir ilginç nokta da dizinin bir bölümünün 22 dakika ile 40-42 dk standartlarından sıyrılıp 30 dakika sürmesi.

9 Şubat 2009 Pazartesi

kuru yıkama

ben buldum bunu, evet. kuru yıkama. ama öyle her şeyi kuru yıkamak olmaz. burada hedef ürünümüz spor ayakkabılar. evet buraya dikkat. spor ayakkabıların temizlenme sektöründe büyük bir açık var. tamam kimi modellerin ve markaların kirlenmiş halleri moda olabilir (kastım marka vermedim ama anlayan anladı kesin.) amma velakin dönüp baktığınızda özellikle spor yaparken spor ayakkabı giyen kitlenin böyle bir hizmete ihtiyacı. hele büyük spor salonlarına böyle bir hizmet koyduğunuzu düşünsenize. başlık: "spor ayakkabınız özel tekniklerle kuru yıkanır." bir de araya itinayla kelimesini yerleştirdin mi olay bitmiştir. paraya para demeyiz.

iki gündür baraj doldurmacasına yağmur da yağıyor zaten. unutmayalım. istanbul'da yaşıyoruz. her taraf zaten betondan çok kazılmış hendek. çamur çarpı kırk iki ediyor yağmurla birleşince. veyahut altı boş oynayan kaldırım taşları var. hani yağmur yağarken üstüne basarsanız fışk! eder ve diğer ayağınıza su sıçratır. potansiyel ne kadar büyük görebiliyor musunuz?

peki nasıl yapacağız bu kuru yıkamayı. orasını pek düşünmedim. ılık suda nemlendirilmiş fiberoptik temizlik bezleriyle silsek. çıkmayan lekelere de kosla halı şampuanı sıkabiliriz. olabilir bak. bir de içine deodorant sıkar geri veririz. kesin sağda solda elinde sandık ayakkabı boyayan insanlardan daha çok kazanırız. masrafımız da az. oh be.

patentini almalıyım bu fikrin. fikrin patenti olmayabilir ben en iyisi noterden bir şeyler alayım.

5 Şubat 2009 Perşembe

infilak


parmaklarımı şıklatıp pencerenin patlamasını bekledim dün gece. sonra fark ettim ki monitöre bakıyorum. gözlerimi kısıp zihin enerjimi yoğunlaştırsam da olmazdı zaten. hiçbir zaman olmaz... ya da belki bir gün. çok çok sonra.

madem öyle mısır patlatmalı dedim. mısır nasıl patlatılır iyi bilirim ama mısır niye patlar kimbilir? hem her mısır da patlamaz. bu mısır taneleri niye patlıyor peki? onu da öğrendim pek basitmiş. sütlü mısır isterler ya, mısır da süt yok tabiki de su var. bir de o su tanelerin içine hapsolmuş, o jelatin gibi mısır kabuğuyla da sarılmış bunlar, dışarı sızamıyorlar. mısırı ısıtınca da kabuk yanmıyor, ısınmaya başlıyor. tabi mısırın içi de ısınıyor. mısırın içindeki de su da ısınıp su buharına dönüşüyor. e gazlar dengesizdir derler. hacmi büyük gaz da lanet olsun burası çok dar, daral geldi bana uleyn diyince kabuk infilak ediyor ve kendini dışarı atıyor su buharı. buhar kendini kurtarıyor ama o patlama sırasında mısırın içini de birkaç santim beraberinde sürüklüyor. oluyor bana patlamış mısır.

sonra onu boğazınıza kaçırıp litrelerce su içiyorsunuz. karar verdim film izleyeceğim bu akşam. mısırsız.

4 Şubat 2009 Çarşamba

bir yerden ama nerden

"ah", dedi fare, "dünya her geçen gün daha da daralıyor. önceleri çok genişti, beni korkutuyordu, koşmaya devam ettim, uzakta sağda ve solda duvarlar görmekten mutluydum, ama bu duvarlar çok çabuk birbirine yaklaştı, işte son odaya geldim ve orada köşede, kendisine doğru koştuğum bir fare kapanı duruyor."

"sadece koştuğun istikameti değiştirmelisin" dedi kedi ve fareyi yedi.

2 Şubat 2009 Pazartesi

hisse senedi progenitus

sigaram yok, kullanmıyorum. bir filmde izliyor olmadıktan sonra pokere bayılmam, alkolüm kabul edilebilir ölçülerde, tamam biraz fazla kahve içiyor olabilirim ama ondan az magic oynuyorum.

kahve içtiğim kadar oynasam, uğraşsam ben onun iliğini kuruturum ama magic'in azı zarar. nitekim beni de yiyor azar azar.

bir haftasonumu daha çıtır çıtır yedi ama şikayetçi değilim sanırım. işten güçten dünyadan bir anda arınıp sabahtan akşama kadar bir yerde, tek bir oyuna konsantre olmaca.


peki ne geçti elime o iki hafta sonunda. bir sürü kart. resimli yazılı filan. bir tanesi de tam 10 amerikano doları. evet bu yandaki yılanlı abi. birkaç tanesini birleştirip satsam haftasonu ne harcadıysam çıkartırım sanki. ama satmıyorsun işte salak salak. hisse senedi gibi fiyatları inip çıkıyor. halbuki üstü yazılı kağıt hisse senedi. bu da üstü hem yazılı hem resimli kağıt. para da öyle. ee ben üstü resimli yazılı kağıtları verip yine üstü yazılı ama daha illüstrasyonik resimli kağıtlar almışım. kime ne değil mi? satsam mı ya aslında? atatürk'ü daha çok seviyorum belki o bakımdan.
***
bu tüm aşıları yapılmış arkadaş yıllardır uyuyan bir hydra tanrısıymış da sonradan uyanmış boyutlar birbirine girmeye başlayınca. hydralar bitmiş de tanrıları eksikmiş. dünyanın ruhuymuş, dönmüşmüş. ben gaia beklerken kimlere kaldık bak.

pulp fiction var ya evet. magic'in temeli de pulp frp, o ye!
***
10 dolar artı kdv'ye satıyorum. fatura istemezseniz bir şeyler yaparız.

29 Ocak 2009 Perşembe

bir kaldırım melodisi




bir siteye üye olmak, bir forumda hesap açmak: belki de internette yapması en zor işlem. hele ki normalde kullandığınız takma zımbırtı olağan ve basit bir naneyse önce o ana kadar üye olanların aklına gelmemiş bir kullanıcı adı bulmak gerekli, üstüne altı karakteri geçmesi istenen bir şifre, onun da üstüne yemek tarifi kıvamındaki kodları altındaki kutuya yazmak. şaşı bakıp şaşırmanız şart elbette öncesinde. daha bir yığın güvenlik önlemi, bir hamleyi yanlış yaptığınızda silinen ve tekrar doldurmanız gereken boş kutular, ünlemler, patlayan şeker partikülleri...

sonra basit bir amaç uğruna açılmış o hesabın aylar, yıllar boyunca şarap misali dinlenmeye bırakılması. o an istediğinize ulaştıktan sonra alakasız kalmak, sitenin adresini dahi unutmak. hoş aslında... imzanızı bırakıp arkanızı bile dönmeden çekip gitmek.

buraya da aynısını yaptım. on tane isim denedim, onunda da başına sonuna rakam ekleyip denesene gibisinden gayet zeka açan uyarılarla beslendim. nihayetinde winamp bende dönen şarkıyı yazsana lan!" dedi en kibarından.

"neden olmasın?"

olur tabii.




bir de bu şehirde bulursanız üzerinde yürürken taşınabilir müzik kutunuzdan kulağınıza damlayan bir melodi vardır ya. işte o an sizin fon müziğiniz olamayacak kadar naif bir tanesi.

hayata daha bir anlam katma çabası.