10 Mayıs 2010 Pazartesi

play off uykusu

play off zamanı uyku çok tuhaf bir kavram benim için. hatta olmayan bir kavram.

borç takamıyorsun ya uykuya, zaten doğru düzgün uyku düzenin yokken bir de bünyeni amerikan yaz saati uygulamasına geçirince iyice şebek oluyorsun. tam sapiens'in sapı olmuşken bir de bakıyorsun ki gün bitmiş, akşam olmuş, hava kararmış.

arada müşteriler aramış, onlarla muhattap olunmuş. iş mevzuları rüyalarla iç içe geçmiş, yarı gerçek yarı hayal bir dünyada dört duvar arasında dolanıyorsun öyle.

peki aklımdan zorum mu var? var galiba, oynuyorlar da bana mı oynuyorlar sanki?

hayır ama bu sene azıcık epik olmasa çoğu maç hakkaten izlemem.

çabuk geçsin şu üç hafta...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

prensip = x

x bir değişken değil bu denklemde. her windows penceresinin sağ üst köşesinde bir x olur ya. pencereyi kapatmaya yarar. işte ondan.

bir sürü prensip penceresi düşünün. sonra müsait bir yere sağ tıklayıp döşe komutu verin. ekranda tüm prensip kutucukları yan yana gelecek şekilde dizilsin.

eskisi kadar sabırlı ve idealist olmadığımdan o kutucukları gına geldikçe birer birer kapatıyorum artık. kapatmakla bitse iyi.

bu kutular farkında olmadığınız öyle küçük ipliklerle birbirine bağlı ki birinden vazgeçip onu kapattığınızda ona bağlı olan bir iki kutucuk daha peşinden sürüklenip bir süre sonra kayboluyor.

sonra gözlerinizi kapatıp açtığınızda bir bakıyorsunuz ki o kapattığınız kutucuk kendiliğinden geri gelmiş ama diğer ikisi ortalarda yok.

o kadar farazi şekilde anlattım ki ben bile tam anlamadım neden bahsettiğimi.

6 Mayıs 2010 Perşembe

parnassus kaç aktörü harcadı?

yine bir filmden devam.

terry gilliam yönettiği için izlemesi zaruri filmlerdendi "the imaginarium of dr. parnassus". ama daha çok adını heath ledger'ın oynarken öldüğü film olarak duyurdu. o açıdan farklı bir kesimde, yani heath ledger jokeri hayranlarında aman da aman bir beklenti oluşturdu. ama çocuklar, el çırpmayı bırakın. terry gilliam söz konusu.

başroldeki heath ledger ölünce iptal noktasına gelen filmi başa ve ortasına yaptığı yamalarla bence inanılmaz iyi kotarmış terryciğimiz. ne de olsa senaryo da hikaye de benim, topu keser küp yaparım onla da oynarız diyor.

hakikaten de oynuyoruz.

yine terry gilliam ağırlığında ve karmaşıklığında başlıyor film. 1800'lerden çıkıp gelmiş atlı kabare arabasının günümüz londrasında gezinmesi inanılmaz bir görsel. beklenen terry gilliam düzeyindeki belirsizliklerin içinde bir sürü imge gizli. oturup salim kafayla izlendiğinde her izleyen birbirinden farklı okumalar çıkartabilir. hele şeytanı tom waits oynayınca neler neler okunuyor.

ledger meselesi ise popülizm yaratıp o hitap ettiği popülist insanların filmi beğenmemesiyle neticeleniyor. işin kötüsü ledger'ın rolünü önce johnny depp, ardından jude law ve colin farrell devam ettiriyor. gilliam meseleye bu üç kafadarı dahil etmeyip adı duyulmamış, ledger mimikli aktörler kullansa belki daha çok içime sinerdi film. daha fazla popülistleşmenin mantığı yok çünkü.

***

herkes ledger joker rolünü çok içerlemiş diye tartışırken aslında o, parnassus'un aynasının derinliklerinde kaybolmuştu. dolayısıyla dr. parnassus sadece ledger'ın kendiyle yüzleşip altın vuruş yapmasını sağlamadı. bu rolde üç aktör daha farklı şekilde olsa da harcandı kanımca.

bir de hala "o yeah heath ledger" diyip üzerine derin bir iç geçirip göklere çıkartıyor, efsaneleştiriyorlar bu adamı. yahu adam en altınından vurmuş işte koluna... insan garip bir varlık. elinde ne kadar fazla şey olursa olsun yine kafayı bozup daha fazlasını isteyip kendini mutsuz etmeyi başarıyor. veya davranış bozukluğu olan insanlara hayran oluyor.


aferin ledger. çok iyi düşünmüşsün.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

vaviyen

kara mizahın en siyah örneklerini izlediğimden olsa gerek, vavien hakkında söylenenlerin aksine gayet tırt geldi bana.

film sayesinde ise tek bir şey fark ettim:

bizim yazlıkta da katlar arasındaki lambanın anahtarlarında vaviyen düzeneği var. yani birinden açıp ötekinden kapatabiliyoruz lambayı. o zamanlar yaygın olmayan bir şey olduğundan, ya da ben katlı ev denen teknoloji ile yeni tanıştığımdan çok harika, dahice bir buluş gibi görünmüştü gözüme.

ama şimdi düşününce. biz o vaviyeni hiç doğru dürüst kullanmadık ki! o lamba tek başına hem alt kata hem de üst kata bir nebze ışık verdiğinden hep gece lambası şeklinde riayet görür. sonuç olarak onu yakan üst kata da çıksa alt kata da inse tekrar söndürme gereği duymaz.

sabah uyanıp söndürünce de nereden söndürdüğün pek önem kazanmıyor tabi...

gitti mi güzelim vaviyenin karizması?

28 Nisan 2010 Çarşamba

su kaybı

alkol tüketimi vücutta su kaybına neden olur ya hani. ertesi sabah uyandığınızda ağzınız kupkuru olur ve inanılmaz bir su tüketimi ihtiyacı hissedersiniz. en yakın damacanaya ağzınızı dayayıp pompaya basarsınız. ardından daha da yakın bir kanepeye tekrardan uzanıp uykuya devam edersiniz. daha medeni yollar da tercih edilebilir tabi.

işte bu mevzuda alkolden daha etkili bir bileşen var: köfte!!

evet köfte.

iki denek alıp birini geceden alkole, ötekini de köfteye yatırın. bakalım sabah kalktığında hangisi daha çok su tüketecek, kontrol edin.

cevap köfteye yatırılan olacaktır.

önemli not: denekleri önceden ipanayla fırçalamak yasak.

27 Nisan 2010 Salı

doğaçla-ma

bir insanın uzun, bitmek bilmeyen cümlelerinde küçük bir şey yakalamak, kısa küçük cümlelerinde büyük şeyler yakalamaktan daha zor bazen.

hani bir arkadaşınız veya beraber iş yaptığınız kişi, bir an aslında gerçek olmayan bir şey söyler. yalan diyemezsiniz ona. bahane belki, o anın gereğidir. ani çıkmıştır ortaya. siz de o kişinin öyle bir insan olduğunu genelde bildiğinizden o lafın uydurma olduğunu anlasanız da o lafa uyup ona göre yeni bir yol çizmeniz gerekir.

insanları idare etmek bu kadar kolay aslında. tabi bu kural arada samimiyet olmazsa geçerli. işin içine samimi olduğunuz biri girdiğinde başka şeyler bekliyor insan.

daha bana ifade edilmeden çoğu şeyi değil de, her şeyi bilen bir insan olsaydım hayat zevksiz olurdu zaten.

26 Nisan 2010 Pazartesi

lanet

doğum günlerimin lanetli olduğunu artık düşünmüyorum. eminim.

çözüm olarak da inanılmaz planlar içerisindeyim. önce doğum günümü belirten, bilgi sızdıran bütün kaynakları tek tek kurutacağım. ardından da nüfus cüzdanındaki ay ve gün hanesini kazıyıp silersem sorun kalmaz. yılla ilgili bir problemim yok ne de olsa.

çevrem de yeterince unutkan insanlarla çevrili olduğundan en geç iki sene içerisinde sonuç verecektir bu plan.

ileride illa kutlamak filan istersem izafi bir tarih yaratabilirim. böylece o tarih yakınlarında bir haftalık ev kampı yapıp hiçbir yere çıkmayabilirim.

metucular da lütfen tekrar mayısta yapsınlar conventionlarını.



ayrıca "i am the cosmos, i am the wind"

18 Şubat 2010 Perşembe

tepkisizlik tepkisi

telefondan devam ediyorum.

yolda yürürken yanınızdan geçen kişi bir şeyler söyler. önce size söylediğini sanıp tepki verir, anlam vermeye çalışarak döner bakarsınız. ama o sizin orada olduğunuzdan bile bir haberdir. o an kendi kendine konuştuğunu düşünmeye başlarsınız ki kulağındaki telefon kulaklığı veya o çok aşmış(!) teknolojili kablosuz bluetooth kulaklığı görürsünüz ve "haaa! telefonla konuşuyormuş" ifadesi oluşur yüzünüzde.

son birkaç senedir bu böyle süregeliyordu. ama nitekim en azından benim için değişmiş. şartlı refleksimin şartını değiştirmişim. artık yolda yürürken biri bir şey diyince dönüp bakmıyormuşum "bana kim ne desin ki telefonla konuşuyordur kesin" diye düşünerek. nitekim dün teyzenin biri arkamdan tekrar seslenmek zorunda kaldı.

12 Şubat 2010 Cuma

evrensel dil blackberry

geçen yine saat mecburiyetiyle dolmuşa bindim. bilenler bilirler; dolmuşlardaki resmi dil kürtçedir. ve %78 oranla şoförün yanında aralarında kürtçe anlaşabildiği bir arkadaşı olur. -zaten bu arkadaşların görevi gün boyu bir yerden bir yere giderken arkadaşın dolmuşundan yararlanıyormuş imajı vererek seyahat etmektir.-

nitekim şoför ile bu arkadaşın illa üzerinde koyu koyu sohbet edecekleri bir meseleleri vardır. yol boyu da siz anlamadığınız için bar bar bağırarak gayet rahat konuşurlar. dikkatli dinlerseniz arada bazen bir iki türkçe kelime de yakalarsınız. ilginç olan ise türkçe'ye artık sağlam yerleştiğini kimsenin inkar etmediği ingilizce onlara neden yerleşmesin? çok da sağlam yerleşmiş, evet. yakaladığınız kelimeler dil değiştiriyor artık.

şahit olduğum diyalog tam olarak şöyleydi:

- %&+/'!+
- &/é?%& %&/%+^'?
- %+%/(( blackberry
- blackberry %+/%&&/)%+'
(içses) - aha telefondan bahsediyorlar, anladım!

30 Aralık 2009 Çarşamba

zümrüt plastik

http://www.zumrutplastik.com.tr

görüp görebileceğiniz en süpersonik sitelerden bir tanesi.

sizi şöyle karşılıyor noktasına virgülüne dokunmadan;

"dünyada daha kötüsü, daha ucuzu yapılamıyacak hemen hemen hiçbirşey yoktur.
satın almada sadece parasal yönü düşünen kişiler bu tür malzeme üreticileri tarafından ömür boyu sömürülmeye mahkumdur."


yani diyor ki: efendim biz dandik bir malzeme olan plastikten ucuza ürün elde edip siz müşterilerimizi sömürüyoruz. saygılar.

fazla mı açık sözlü? biraz üstü kapalı sanki. üstelik web sitemiz yayına başlamıştır çok önemli bir haber şirket adına.

19 Kasım 2009 Perşembe

metrobüs kemeri

metrobüs zammına rağmen azalmayan metrobüs kalabalığına karşı yeni bir icat bu. işportacıların da yeni gözde ürünü.

şimdi gidip bu kemeri alıyorsunuz, giyip öyle biniyorsunuz metrobüse. böylece metrobüste başınıza gelmesi olası her türlü ford münasebetinden itinayla korunuyorsunuz.

peki nasıl mı? basit renkli bir lastik gibi görünen bu cihaz istemediğiniz yerlerinize dokunmaya hatta dokundurmaya çalışan kişilere makul oranda bir elektrik akımı veriyor. siz de güle oynaya devam ediyorsunuz yolculuğunuza.
özellikle metrobüs hatlarına bağlı üst geçitlerdeki satıcılardan temin edebilirsiniz.

işporta satış fiyatı: 5,00 tl

14 Kasım 2009 Cumartesi

ister ucla ister yale

yapmamanız gereken şeyler 124:

güzel bir üniversiteyi kazanın. ardından öküz gibi çalışmaya devam edip yurtdışındaki hatrı sayılır, her duyanın adını bildiği hatta bir kısmının duyduğunda "oha orada mı okuyormuş!" diye tepki verdiği üniversitelerden birine yataydı dikeydi hiçbir türlü geçiş yapmayın! evet özellikle amerikadakilere.

peki neden?

çünkü kılı kırk yarıp, canınızı dişinize takıp çalışarak binbir zorlu prosedürü takip edip ulaştığınız noktada, o güzelim üniversitenizde güzel güzel okuyup türkiye'ye döndüğünüzde büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaksınız.

gelirken illaki valizinizde yer kaplayacak olan, okuldan satın aldığınız bilimum yale univercity, harvard univercity vs yazılı polar, sweatshirt ve kazaklardan zaten burada zibilyon tane var. istediğiniz kadar okuyun edin, buraya geldiğinizde zeytinburnu - merter konfeksiyon piyasasından giyinen yurdum gençleriyle aynı statüde sayılacaksınız. sokakta halk içinde giyemeyeceksiniz o giyecekleri.

o zaman değer mi o kadar çalışmaya, akademik kariyer yapmaya? değmez tabi.

işte moda böyle bir şey. hatta o kadar dandik ki altı ayda bir değişiyor demiş wilde. (tamam dandik dememişti)